Geçtiğimiz günlerde yaşanan Lüksemburg zirvesi ve Avrupa Birliği’nin bu zirvede Türkiye konusunda takındığı tavır, hem siyasi hem de toplumsal açıdan çok önemliydi. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye en az 10-15 yıl kadar daha tam üyelik şansı tanımayacağının aşikar olması, Türk toplumunda büyük bir tepki meydana getirdi. Hükümet beklenilenden de sert bir cevap verdi, medyanın önemli bir bölümü bu gelişmeyi tarihsel bir kayıp olarak yorumladı, toplumun pek çok kesimi de Avrupa tarafından “dışlanmış” olmanın hüznünü ve öfkesini yaşadı.
Ve tüm bu gelişmeler, iki yüzyıldır Osmanlı ve Türk zihnini meşgul eden bir sorunun hala sorunlu bir şekilde yerinde durduğunu gösterdi bize. Bu sorun, “Batılılaşma” ya da “modernleşme” diye ifade edilen sorundu.Her ikisinin de aynı şey olduğu sanılsa da, aslında bu iki kavram arasında önemli bazı farklar vardır. Ve Türkiye’nin geleceği de, aynı yakın geçmişi gibi, bu kavramları doğru kavrayabilmesi ve bunlar üzerine doğru politikalar inşa edebilmesiyle yakından ilgilidir. Bu nedenle bu yazımda bu kavramlar üzerinde durmak istiyorum.
Türkiye’de Batılılaşma ve modernleşme çabaları 19. yüzyılın başında başladı. Buna neden olan sorun Osmanlı ordusunun Batılı güçlerle girdiği savaşlarda üst üste ağır yenilgiler almasıydı. Batı’nın askeri üstünlüğü ortadaydı ve bu yüzden Osmanlı yönetimi de bir takım askeri reformlar başlattı. Ancak zamanla reformların sadece askeri alanla sınırlı kalamayacağı, eğitim, idare, hukuk gibi alanları da kapsaması gerektiği düşünüldü. Bu nedenle 19. yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğu’nda önemli bir değişim yaşandı. Cumhuriyetin sürdürdüğü bu değişim de kimi zaman Batılılaşma, kimi zaman modernleşme olarak adlandırıldı.
Oysa belirttiğimiz gibi, bu iki kavram birbirinde aslında oldukça farklıydı. Özetle söylersek, Batılılaşmayı savunanlar, Osmanlı’nın (ve sonra da Türkiye’nin) içinde bulunduğu sıkıntılara çözüm bulmak için Batılı kurumların, Batılı yasaların, hatta Batılı kıyafetlerin ithal edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Osmanlı’nın kurtuluşunun tek yolunun Meşrutiyet’in ilanı olduğunu düşünen Jön Türkler ve onların bir fraksiyonu olan İttihatçılar, bu çizgideydiler.Modernleşme ise, Batı’nın kalkınırken kullandığı yöntemleri kullanma demekti. Batılılar üretimi ve ticareti geliştirmişler, yollar, fabrikalar yapmışlar, iyi eğitim kurumları oluşturmuşlardı. Eğer biz de onlar gibi verimli tarım yapabilirsek, onlar gibi ülkedeki ticareti geliştirir, bunun için demiryolları inşa eder, kaliteli ve uzman işgücü yetiştirmek için okullar açarsak, onlar kadar güçlü olabilirdik. Onlar gibi iyi ekonomi bilmemiz, akılcı dış politikalar izlememiz gerekiyordu. Bu modernleşme kavramının 19. yüzyıldaki en büyük temsilcisi ise-bunu kabul etmek bazılarına zor gelse de-Sultan II. Abdülhamid oldu.
Kısacası Jön Türkler Batılılaşma istiyorlardı, Abdülhamid ise modernleşmeciydi. Konuyla ilgili hemen her tarihçinin kabul ettiği gibi, Abdülhamid’in iktidarı sırasında imparatorluk ekonomi, eğitim, ve idare alanlarında hızla gelişti. Telgraf ve demiryolu ilk kez o dönemde Anadolu’yu İstanbul’a bağladı. Ama Jön Türkler için bu yeterli-hatta önemli-değildi. Onlar ille de Batılılaşma istiyorlardı, yani önemli olan Abdülhamid’in devrilmesi, meclis kurulması, Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganlarının İstanbul’da yankılanmasıydı.
Bu iki zihniyet arasındaki fark, Cumhuriyet döneminde de devam etti. Batılılaşmacılık, tek parti döneminin ve ondan sonraki sosyal-demokrat/”ilerici” siyasi görüşlerin temel sloganı oldu. Modernleşmecilik ise ilk kez Demokrat Parti ile iktidara gelen milliyetçi-muhafazakar çizginin düşüncesiydi. Batılılaşmacılar hep “gericilikle mücadele” hedefinde oldular, Batılı kurum ve kavramların ilerletilmesini ya da korunmasını önemsediler. Modernleşmeciler ise yol, baraj, fabrika yaptırdılar, ticaret ve sanayiyi teşvik ettiler.Peki tüm bunların Avrupa Birliği’ne tam üyeliğimiz konusunun gündemde olduğu şu günlerde önemi nedir, diye sorulabilir. Buna, inşaallah, bir sonraki yazımda değineceğim.