Bugün dünyanın dört bir yanındaki Müslüman ülkelerde çok şiddetli çatışmalar, savaşlar ve karmaşa halen devam etmektedir. Bosna-Hersek’te, Arnavutluk’ta, Cezayir’de, Tunus’ta, Çad’da, Eritre’de, Mısır’da, Afganistan’da, Keşmir’de, Doğu Türkistan’da, Çeçenya’da, Endonezya’da, Tayland’da, Filipinler’de, Burma’da, ya da Sudan’da dünya Müslümanlarının ezilmeye, baskı altına alınmaya ve yok edilmeye çalışıldıklarını rahatlıkla görebiliriz. Müslümanlar Bosna’da Sırplar, Keşmir’de Hindular, Kafkaslar’da Ruslar, Cezayir, Mısır, Fas, Endonezya gibi ülkelerde de baskıcı rejimler tarafından hedef alınmaktadırlar. Ama her nedense, birbirinden bağımsız gibi gözüken bu İslam-karşıtı güçler, hep benzer yöntemleri kullanmaktadır ve adeta tek bir amaç için çaba yürütmektedirler. Sanki belli güçler İslam’ı kendilerine düşman olarak seçmiş ve işbirliği içinde çaba yürütüyorlarmış gibi…
Bu uluslararası çabanın ardından, bazı Batılı güç odakları yatmaktadır. İslam’ın Batı medeniyeti için ortak bir düşman olarak algılandığına ve yakın gelecekte dünyanın bir “medeniyetler çatışması”na sahne olacağına dikkat çeken kişilerden biri Amerikalı stratejist Samuel Huntington olmuştur. CFR’nin Foreign Affairs adlı etkili dergisinin 1993 yazındaki sayısında Huntington, en büyük çatışmanın da Batı ve İslam medeniyetleri arasında geçeceğini yazmıştı. Huntington’ın sözünü ettiği bu büyük çatışma çoktan başladı ve İslam topraklarında çok büyük bir hızla devam ediyor. İslam’ın, dünya üzerinde adaletsiz bir düzen kuran ve Siyonizmle içiçe olan Batılı güç odakları için kültürel bir tehlike oluşturacağı bilindiği için, uzunca bir süredir İslam’ı zayıflatma, yoketme yöntemleri denenmekte. Son on-onbeş yılda ise bu strateji iyice belirginlik kazandı ve yukarıda isimlerini saydığımız ülkeler üzerinde uygulanmakta.
İslam’a karşı yürütülen bu savaşın farklı yöntemleri vardır. İslam aleyhtarı propaganda ile İslam’ı dejenere etme, aslından saptırma çabaları bu yöntemler arasında sayılabilir. Ancak tüm bunların yanında dünya Müslümanlarının kontrol altına alınmaları, zayıflatılmaları ve ezilmeleri de kuşkusuz İslam’a karşı girişilen savaşın önemli bir boyutudur. Hiçbir İslam ülkesinin güçlenmesine, istikrara kavuşmamasına izin verilmemekte, barışın tesisi iç ya da dış müdahale ile engellenmektedir. Son yıllarda yaşadığımız örnekler, Müslümanların fiziksel olarak imha edilmelerinin bile sözkonusu olduğunu gösteriyor. Dünyanın en büyük İslam toprağı sayılan Endonezya da sözkonusu uluslararası plan doğrultusunda hedef seçilen ülkelerden sadece biri.
Neden Endonezya?
Eski Amerika Başkanı Nixon Endonezya’yı “Doğu Asya’nın en zengin doğal kaynaklarına sahip, en zengin ganimeti!” şeklinde tanımlıyordu. 210 milyon nüfusu, neredeyse Avrupa kadar büyük bir alana yayılan zengin kaynakları, güçlü ordusu, jeopolitik konumu ve teknolojik üstünlüğü ile İslam dünyasının en güçlü ülkelerinden biri olan Endonezya, Pasifik ile Hint Okyanusu, Ortadoğu, Afrika ve Akdeniz arasındaki deniz ulaşımını kontrol edebilecek bir noktada 13 bin adadan oluşan dev bir ülke. Onlarca dil, din ve etnik yapıdan oluşuyor. Ülkenin yüzde doksanına yakın nüfusunu ise Müslümanlar oluşturuyor. 1943 yılında Hollanda sömürgesinden kurtularak bağımsızlığını kazandı. Toprakları tarıma oldukça elverişli, petrol ve elmas yataklarına sahip, dünyada en çok kalay çıkarılan 3. en büyük ülkesi Sukarno 1943 yılında Endonezya Cumhuriyetini ilan etti. Ancak Hollanda bu zengin sömürgesinden vazgeçme niyetinde değildi.
Hollanda ile savaş üç yıl sürdü, üç yılın sonunda Hollanda hükümdarlık haklarını Endonezya Birleşik Devletlerine bıraktı. Ancak Endonezya Birleşik Devletleri, Hollanda-Endonezya birliğinin bir parçası olacaktı. Sukarno Java kökenliydi, Hollanda ülke yönetimini Sukarno başkanlığında, ülkenin sadece yüzde 7’sini oluşturan, Java kökenlilere bıraktı. Javalar ülkede azınlık, fakat Hollanda bölgeye geldiği andan itibaren onlarla ticari ilişkilerde bulunan ve destek veren bir gruptu. Javalar kısa süre içinde Endonezya’yı tamamen egemenlikleri altına almaya ve Müslümanların oluşturduğu muhalefet hareketlerini sindirmeye giriştiler. Endonezya’nın ekonomik ve siyasi olarak tam bağımsızlığını isteyen ve bunun için mücadele eden ülkenin en büyük adası olan Sumatra adasındaki Müslüman Açe halkına yönetimde hiçbir hak tanımaya yanaşmadırlar. Açe Sumatra adası Hollanda bölgeye geldiğinde bağımsız bir krallıktı. 16. yüzyılda Hollandalılara karşı Osmanlı halifesinden yardım istemiş ve Osmanlı tebası haline gelmiş bir Müslüman toprağıydı. Ancak sömürgeciler giderken burayı Endonezya’ya bıraktılar ve Endonezya Açe Sumatra’yı kontrolü altında tutmaya başladı.
Javalılar 1950 yılında devlet yapısının üniter bir yapıya dönüştürüldüğünü ilan ettiler ve ada halkının çıkarları yerine kendi yerel çıkarlarını ön planda tutan bir politika izlemeye devam ettiler. Ülkede siyasal partilerden Endonezya Milliyetçi Partisi (PNI) Başkan Sukarno’ya yakınlığıyla bilinmekteydi ve oylarının % 80’ini Java bölgesinden sağlıyordu. Bu partinin karşısında ülkenin en önemli siyasal güçlerinden birisi Müslümanların kurduğu Masjumi Partisi’ydi (PM). O kapatılınca yerine Nahdatul Ulema (NU) kuruldu. Javalılar PNI sayesinde kendi yerel çıkarlarını Endonezya’yı oluşturan adalar halkının ortak ve genel çıkarlarıymış gibi gösterdiler. Bunu yapmak için de, ülkenin etnik yapısı son derece heterojen olmasına rağmen “Endonezya milliyetçiliği” fikrini ortaya attılar. Oysa bu gerçekte “Java milliyetçiliği”nden farklı bir şey değildi.
Sumatra adasında İslamın yüzyıllar boyunca bayraktarlığını yapmış Müslüman Açe halkı Hollanda sömürgeciliğinin bir devamı olarak gördükleri Endonezya sömürgeciliğine karşı çıkmaya ve kendi bağımsız devletlerini kurmak için mücadele etmeye başladılar. Açe halkı bu amaçla Açe Sumatra Milli Kurtuluş Cephesi adıyla bir örgüt kurdu. Bu cephe 4 Kasım 1976’da yayınladığı bir bildiri ile Açe Sumatra’nın bağımsızlığını ilan etti ve cephenin lideri Dr. Tungku Hasan di Tiro’nun liderliğinde bağımsız bir hükümet kurduğunu açıkladı. Ancak Endonezya hükümeti sahip olduğu dış desteğe güvenerek bu hükümeti tanımadı. 1965-66 yıllarında ülkede çıkan karışıklıklar neticesinde General Suharto CIA desteği ile yönetime el koydu. 1968’de ise devlet başkanlığına getirildi. Bu arada çoğunluğu Müslüman 1 milyon kişi terörist oldukları gerekçesiyle katledildi. Dünya medyası ve siyası çevreleri ise, 20. yüzyılın en büyük katliamları arasında sayılan ve neredeyse Stalin’in katliamlarına eş olan bu büyük vahşeti görmezlikten geldi.
Batılı güçler Suharto’nun katliamlarını finanse ettiler
Ülkemizde de çok sayıda eseri yayımlanan Massachussetts Institute of Technology’de profesör olan Noam Chomsky, 35 yıllık ortaklık başlıklı bir makalesinde Amerika ile Endonezya arasındaki ilişkiyi şu şekilde tanımlar:
…20 Mayıs 1998 tarihinde Madeleine Albright Suharto’dan istifa etmesini ister ve bundan birkaç saat sonra da Suharto istifa edip, tüm yetkilerini yardımcısına devereder. İşte bu, Amerika ile Endonezya arasında yarım asıra yakın bir zamandır devam eden ilişkinin boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. 1
Chomsky’nin pekçok açıdan Mobutu, Morcos, Somoza ve Duvalier rejimlerine benzettiği Suharto, iktidara Amerikan desteği ile geldi ve iktidarının son anlarına kadar da bu destek sayesinde ayakta durdu. Amerikan yönetiminin bu desteğinin altında yatan en önemli nedenlerden biri Soğuk Savaş süresince Endonezya’nın SSCB karşısında Uzakdoğu’da bir denge unsuru oluşturmasıydı. Bu nedenle her türlü katliama, vahşete göz yumuldu, hatta bunların finansmanı bizzat Batılı ülkeler tarafından sağlandı. Zaten katliamı yapan ordunun ve paralı askerlerin eğitimi de aynı güçler tarafından sağlanıyordu. Bu ortaklık esnasında -1975 yılından günümüze kadar- Washington Endonezya’ya en az 1 milyar dolarlık silah sattı. Bunun yanısıra milyonlarca dolarlık askeri yardımda bulundu. 2
Bu yardımlar her yönetim döneminde devam etti. Örneğin 1978 yılında gerçekleştirilen büyük katliam öncesi, Carter hükümeti Suharto yönetimine çok yüksek miktarda silah sevk eti. Yeni teçhizatla desteklenen katliamın bilançosu ise 200 bin ölü oldu. Sadece Amerika değil, İngiltere ve Fransa’da Suharto rejimine çok büyük bir askeri ve maddi destek veriyordu. Ülkeyi sürekli ziyaret ediyor, silah satma yolları arıyorlardı. Bu ziyaretler sonunda yaptıkları açıklamalarda Endonezya hükümeti ile her yönde uyum içinde olduklarını ifade ediyorlardı.3 Askeri yardımların yanısıra, askeri eğitim de bu ülkeler tarafından sağlandı. Pentagon ülkede yaşanan şiddeti gerçekleştiren “Kopassus” isimli özel timlerin eğitimini bizzat üstlendi.
Ancak bu karanlık ilişki dünya basınında çok az yer aldı. Ancak Fransız politik araştırma kuruluşu CERI’den araştırmacı-yazar Romain Bertrand Le Monde Diplomatique’in Ekim 1999 tarihli sayısında “Batının ikiyüzlülüğü/Endonezya ordusu, özel bir firma” başlıklı yazısında Endonezya’daki özel timlere dikkat çekti. Bertrand, yarım asıra yakın bir zamandır devam eden bu katliamlar sırasında tüm şiddetin Endonezya ordusu ve bu özel timler tarafından yönetildiğini, organize edildiğini, koordine edildiğini söylüyor ve ordunun katliamlara bakış açısını şu şekilde açıklıyordu:
…1965-1966 yıllarında yapılan ve sayıları 1 milyona varan katliamlar sırasında da aynı şey olmuş, ordu yanlıları bu olayı bir ameliyat olarak nitelendirmişlerdi. Sadece ordu ülkenin iyiliğini düşünür ve bunun için kimleri öldürmesi gerektiğini de yine en iyi ordu bilir mantığı yönetim üzerinde hakimdi. Bu nedenle de Açe Sumatra’da ve Doğu Timor’da yapılan tüm katliamlar enfeksiyonla bir maddenin atılması anlamına geliyordu. Onların yokedilmesi bir parazitin öldürülmesinden farksızdı. Ülkeye zararlı bir ideolojinin ortadan kaldırılması demekti. Hatta Suharto bu olayı bir şok tedavi olarak nitelendiriyordu. 4
Katliamları daha profesyonelce gerçekleştirmek amacıyla 1965 yılında kurulan ve Batılı ülkeler tarafından eğitilen paralı özel ordular, daha sonra türlü düzenlemelerle daha etkin hale getirildiler. Genç gangsterlerden oluşan bu gruplar zaman içinde kim daha çok para verirse onun hizmetinde çalışır hale geldiler.5
1980 ve 1990 yılları arasında bu gruplar yeni bir düzen adına her türlü pis işe giriştiler ve her türlü ahlakı değeri gözardı ettiler. Ordu ve polis ile ortak yaptıkları operasyonlar çok büyük şiddet olaylarına sahne oldu. Bu dönemde her türlü profesyonel dezinformasyon, tutuklamalar, işkenceler, faili meçhuller ve halkla mücadele adına psikolojik savaş yerine getirildi.6 Ve Kopassus’lar bu eğitimin sonunda Doğu Timor’da, Açe Sumatra’da Müslümanlara karşı çok büyük katliamlar, insanlıkdışı vahşetler gerçekleştirdirler. Her anti-İslami harekette olduğu gibi bu stratejik ilişkide de İsrail çok önemli bir yer tutuyordu. Amerika, İngiltere, Fransa’nın dışında Endonezya hükümetinin arkasındaki güçlerden biri de İsrail’di.
İsrail’den Endonezya Rejimine Stratejik Destek
Sumatra Müslümanlarının yönetimi ele almalarını ya da bağımsızlık ilan etmelerini engelleyen Java güdümlü Endonezya yönetimi, bu vasfıyla belirgin bir anti-İslami özellik taşımaktadır. Uzakdoğu’da domino teorisine uygun bir biçimde gelişebilecek muhtemel bir İslami uyanışın engellenmesi açısından, mevcut Endonezya yönetiminin varlığını koruması zorunludur. İşte bu yüzden Endonezya, İsrail’in müttefik listesinde önemli bir yer tutmaktadır.
Yitzhak Rabin, FKÖ ile “Gazze-Eriha” anlaşmasının ardından Çin’e resmi bir ziyaret yapmış ve Çin’le olan askeri ittifaklarını daha da güçlendirmişti. Ancak İsrail Başbakanı, Çin dönüşünde pek çok kişinin fazla anlam veremediği bir resmi ziyaret daha yaptı ve Endonezya’ya gitti. Bu ziyaret, İsrail’in Endonezya ile “iyi ilişkiler” kurmak istediğinin bir işareti olarak yorumlandı. Oysa bu yanlış bir yorumdu; Yahudi Devleti Endonezya ile, daha doğrusu Endonezya’yı yöneten Java rejimiyle zaten çok uzun süredir “iyi ilişkiler” içindeydi. Mossad, Müslümanları “terörist” ilan ederek ortadan kaldıran Endonezya ordusuna ve ordu içindeki Kopassuslara “anti-terör” dersleri vermişti. Washington Report on Middle East Affairs konu hakkında şunları yazıyordu:
İsrail’le arasındaki bağlantıyı kullanarak Washington’dan destek sağlamayı düşünen Endonezya, son dönemlerde sürpriz bir kararla doğrudan İsrail’e yakınlaşmaya başladı. Endonezya hükümeti bu çabanın bir parçası olarak Başkan Rabin’i, Çin gezisinden sonra Jakarta’da konuk etti. Bu pek çok kişi için şaşırtıcıydı. Oysa gerçekte İsrail’in oldukça uzun bir süredir Endonezya’yla gizli bağlantıları vardı. Jakarta’da işyeri görünümünde bir Mossad istasyonu kurulmuş ve oldukça önemli işler başarmıştı. Verilen bilgilere göre, bu Mossad istasyonu aracılığıyla, Endonezya güvenlik güçleri, anti-terörist (kontrgerilla) yöntemleri konusunda eğitim gördüler. İki ülkenin istihbarat servisi arasında 1960’dan beri yoğun bir bilgi alışverişi yaşanmaktaydı… İki ülke arasında askeri ilişkiler de var. Military Technology dergisinde 6 ay önce yayınlanan bir habere göre, Alhit ve BVR adındaki İsrailli şirketler, Sumatra Adası’ndaki Endonezya Hava Kuvvetlerine bir tesis kurmak için yarışıyorlar. Başka kaynaklar, 1980’lerde İsrail’in, Endonezya’ya 28 tane Amerikan yapımı Skyhawk uçağı sattığını bildiriyorlar.6
İsrail ile Endonezya arasındaki silah ilişkisi Amerikan silahlarının Endonezya’ya satışı şeklinde gerçekleşiyor. Bunun için de İsrail kendi ordusunu kullanıyor. Beyaz Saray’ın İsrail’e verdiği silahlarla, Endonezya gibi bazı Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin orduları besleniyor. Bu da İsrail’in Amerika’dan neden bu kadar çok silah aldığını açıklıyor olsa gerek:
ABD hükümeti İsrail ile anlaşmalı olarak bir ordu besliyor ve bu ordudan Amerikan hükümetinin haberi yok, bu ordu Endonezya’ya ABD’den elde ettiği silahları satıyor. Pentagon yetkilileri, İsrail’in Endonezya’ya 16 tane A4 uçağını gizlice gönderdiğini tespit etti. İsrail ABD yapımı savaş uçaklarının bu tip 3. Dünya Ülkeleri’ne satışından 25.8 milyon dolar aldı. 7
35 yıldır kesintisiz devam eden şiddet
Suharto rejiminin başlattığı katliamlar, 1976 yılından bu yana halkı rejime karşı örgütledikleri bahanesiyle Müslüman din adamlarına yöneldi. Ülkenin birçok yerinde imamlar aileleri ile birlikte acımasız şekilde öldürüldü. Ülkedeki Java egemenliği ve Müslümanlara karşı uygulanan baskı ve terör, hala sürüyor. Yıllardan bu yana ülkede istikrar sağlamak adı altında tam bir hürriyet kısıtlamasına gidildi. Oysa amaç, baskılardan kurtulup, bağımsızlıklarını ve haklarını almak isteyen Müslümanlara hareket imkanı tanımamaktı.
Suharto döneminde başta Çinliler olmak üzere, ülkedeki azınlık gayri müslimler ticareti ellerinde tutmaktaydılar. Bu dönem baskı ile de olsa Endonezya yönetiminin tüm azınlıkları bir arada bulundurduğu bir cumhuriyet olarak varlığını sürdürdüğü bir dönem oldu. Endonezya bu dönem komünizme karşı önemli bir müttefik olarak görülmekte ve bütünlüğü yönünde çaba harcanmakta iken, Soğuk Savaş sonrası oluşan stratejik yönelimler ve yeniden tanımlanan düşman algılaması Suharto’nun gözden çıkarılmasına neden oldu. Ülkede komünizm tehlikesi kalmamış, ancak İslami uyanış güçlenmeye başlamıştı. İşte “bu uyanışı başka yönlere kanalize etmek ve olmazsa bastırmak” şekline özetlenebilecek yeni strateji ABD tarafından destek görmeye başladı. Bu politika gayri müslüm etnik gruplar arasında milliyetçilik fikirlerini yaygınlaştırarak ülkeyi parçalamaya yönelik çalışmalar şeklinde başlatıldı. Bu süreçten ilk yararlanan Doğu Timor oldu.Açe Sumatra Müslümanlarının ülkedeki en büyük azınlık olmalarına rağmen, bağımsızlık isteklerine yıllarca kulaklarını tıkayan Batılı ülkeler Doğu Timor’un bağımsızlık çabalarına büyük bir destek verdiler. Çünkü Doğu Timor halkı Müslüman değil, katolikti ve Endonezya’nın kontrol altında tutulması açısından büyük önem taşıyordu.
Suharto sonrası yapılan seçimler neticesinde Ekim 1999’da Abdurrahman Vahid devlet başkanlığına getirilirken, seçimlerde en yüksek oyu alan -Sokarno’nun kızı- Meyavati Sukarnoputri de başkan yardımcısı oldu. Abdurrahman Vahid tüm azınlıkların üzerinde birleştiği bir lider olarak seçimlerde ikinci parti olmasına rağmen devlet başkanlığına getirilirken, seçimlere girerken partisinin seçim listelerinin % 90’ını Hıristiyanlardan seçen Meyavati Sukarnopotri Batılı ülke politikalarını dengeleyecek bir isim olarak devlet başkanlığı yardımcılığına getirildi.
Doğu Timor’un bağımsızlık isteği 30 Ağustos 1999 tarihinde yapılan bir referandum neticesinde, halkın % 78.5’inin isteği ile kabul edildi. Referandum sonuçları açıklandıktan kısa bir süre sonra ise Doğu Timor birdenbire karıştı. Amerika’da özel eğitim gören Endonezya askerleri ve özel timler Doğu Timor’a girdi. Birkaç ay boyunca Endonezya askerleri ve Doğu Timor milisleri arasında çok yoğun çatışmalar yaşandı. Ülke insanlıkdışı katliamlara sahne oldu ve birkaç hafta içinde -Endonezya hükümeti bu sayıyı kabul etmek istemese de- yaklaşık on bin kişi öldürüldü.8
Oysa devlet başkanı Habibi referandumdan yana olduğunu açıklamış ve Doğu Timor’a bağımsızlık vermeye hazır olduğunu söylemişti. Ancak ABD’de özel eğitim alan -emirlerini de ABD yanlısı generallerden alan- Endonezya askerleri, Habibi’nin bu kararına karşı çıkarak Doğu Timor’a girmişlerdi. Çünkü Habibi’nin amacı güçlü bir federasyon çatısı altında, bağımsızlık talebinde olan tüm ülkeleri toplamaktı. Bu şekilde Endonezya’nın dağılması da engellenmiş olacaktı. Ancak Amerika Endonezya’yı birlik içinde tutacak olan federasyon planlarını bozmak istiyordu. Böylece diğer etnik azınlıklar da rahatça kışkırtılarak ülkenin parçalanması sağlanacaktı.
Endonezya Huzura Kavuşabilecek mi?
Bugün Doğu Timor’u Endonezya’dan koparan güçler, sadece bu yaptıklarıyla kalmıyorlar. Merkezi otoriteyi daha da zayıflatarak ordunun yönetimdeki müdahalesini artırıp, toplumsal kaos oluşturma, ülkenin sorunlu bölgelerini teker teker Endonezya’dan koparma yönünde ciddi adımlar atıyorlar.
Etnik ve dinî çatışmaların özellikle zengin kaynakların bulunduğu bölgelerde yaşanması ise bir rastlantı değil. Doğu Timor gibi, Batı Timor, Doğu-Batı ve Güney Kalimantan, Orta ve Güney Sulevasi, Güney ve Kuzey Sumatra, Doğu Cava, İriyan Jaya (Papua) ve Baharat Adaları hem zengin kaynakları hem de stratejik önemleri bakımından çok değerli bölgeler. Bazıları zengin petrol yataklarına sahip, bazıları dünyanın en önemli kauçuk merkezi, bazıları yağmur ormanlarıyla kaplı, bazıları ise Pasifik’le Hint Okyanusu’nu birbirine bağlayan su yollarını kontrol ediyor. Bu bölgelerin hemen hepsinde etnik ve dini çatışmalar yaşanıyor ve bunlar doğrudan dışarıdan yönlendiriliyor. Öyle görünüyor ki, yeni yüzyılın ilk dönemlerinde Müslüman dünyanın bu en kalabalık ülkesinin yavaş yavaş parçalanmasına şahit olacağız. Yine öyle görünüyor ki, Müslüman dünyadaki parçalanma süreci Endonezya ile sona ermeyecek.
Kafkaslar ve Endonezya’daki karışıklıklar arasında birebir ilişkiler kurmak elbette ki mümkün değil. Ama Balkanlarla birlikte Kafkasların ve Uzak Asya’nın Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra sürekli karışıyor, belki de daha doğrusu karıştırılıyor olmasının, hem uluslararası, hem de bölgesel güç dengeleri açısından bakıldığında tesadüfi olmadığını görebilmek hiç de zor olmasa gerek. Dünyanın en zengin, en verimli topraklarına sahip Müslüman ülkeler üzerinde yazının başında bahsettiğimiz bir “çatışma senaryosu” devam edeceğe benziyor.
Temennimiz, hem Endonezyalı Müslümanlara hem de ülkedeki diğer dini gruplara barış getirebilecek bir çözümün kısa sürede bulunması ve başta uluslarası Siyonizm olmak üzere anti-İslami güç odaklarının ülke üzerindeki planlarının boşa çıkmasıdır.
DİPNOTLAR
1. Le Monde Diplomatique, Haziran 1998, TRENTE-CINQ ANS DE COMPLICITÉ L’Indonésie, atout maître du jeu américain
2. The New York Times, 14 Eylül 1999.
3. Roland-Pierre Paringaux, Le Monde, 14 Eylül 1978.
4. Le Monde Diplomatique, Ekim 1999, L’HYPOCRISIE DE L’OCCIDENT, L’armée indonésienne, une firme privée
5. Justus Van Der Kroef: “Petrus: Patterns of Prophylactic Murder in Indonesia”, Asian Survey, cilt 25, Canberra, no 7, Temmuz 1985, s. 745-759.
6. Joshua Baker: “State of Fear: Controlling the Criminal Contagion in Suharto’s New Order “, Indonesia, no 66, Ekim 1998,. 7-45. Amerikan ordusu ile Kopassus’un ilişkileri için Bknz. The Washington Post, 23 Mayıs 1998, et Allan Nairn: “Indonesia’s Disappeared”, The Nation, New York, 8 Haziran 1998. re 1997.
7. Washington Report on Middle East Affairs, Ocak 1994
8. Washington Post, 5 Ekim 1979