Ya Türkiye olmasaydı… Ya üç milyona yakın mülteci başka bir ülkenin sınırında jiletli teller, dev duvarlarla karşılansa, ateş hattının içinde tehlike altında bırakılmış olsaydı. Ya sınırda Suriyeli Araplara, Kürtlere, Türkmenlere, Yezidilere kucak açan; onların bebeklerini, yaşlılarını sırtlarında taşıyan Türk askerlerinin yerine onlara silahını çevirmiş öfkeli üniformalılar olsaydı…
Eğer Suriye’nin yanı başında Türkiye gibi bir ülke olmasaydı, o zaman sınırda ölüme terk edilen milyonlarca mülteci, dünya çapında yaşanan dehşetli vicdansızlığın açık bir sembolü olacaktı. İnsanlık ayıbı artık gizlenemeyecek, pek çok ülke için vicdanların körelmesi artık belgeli hale gelecekti.
Bu vahim durum tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmadı; çünkü Türkiye, Suriye dramının başından beri sessiz sedasız yaklaşık 3 milyon kişiyi sınırından içeri aldı. Bu konuda Lübnan, Irak, Ürdün gibi ülkelerin de hakkını yememek lazım. Fakat eğer Türkiye olmasaydı, maddi ve coğrafi imkanları kısıtlı olan bu ülkelerin çok daha ciddi sıkıntılar yaşayacağı bir gerçek. Görünen o ki, eğer Avrupa, Suriye’den ayrılmak zorunda olan insanların böylesine büyük bir yekûnunu almak zorunda kalsaydı, bugün Avrupa’dan duyduğumuz bir kısım sesler daha da çirkinleşecek, insanlık daha büyük kan kaybedecekti.
Elbette Avrupa halklarının ve idarecilerinin hepsi aynı görüşte değil. Tüm güçleriyle mültecilere kucak açanların sayısı yadsınamaz. Fakat ne acıdır ki, siyasi çıkar hesapları, çıkarlarını önde tutan ülke politikalarının temelini oluşturuyor. Ve bu menfaat hesapları daima vicdanlı sesleri bir şekilde susturuyor.
Geçtiğimiz hafta Türkiye, Avrupa Birliği ile bir mülteci anlaşmasına imza attı. Bu anlaşma kapsamında, Yunanistan’dan Avrupa’ya kaçak olarak giriş yapmış olan mülteciler Türkiye’ye gönderilecek ve geri gönderilen her bir Suriyeli karşılığında Türkiye’deki kamplardan bir Suriyeli Avrupa’ya yerleştirilecek. Anlaşmanın belki de en sorunlu yanı Suriyeli olmayanlar. Onlar için Avrupa girişi tümüyle yasaklanmış durumda. AB’ye varan mültecilerin sadece %40’ının Suriyeli olduğu dikkate alınırsa, özellikle Iraklı ve Afgan mültecilerin dışlanması pek dile getirilmeyen ciddi bir kriz.
BM ve insan hakları örgütleri, anlaşmanın detaylarına itirazlar getiriyorlar. AB’nin “Mültecilere İlişkin Usuller Yönetmeliği” her bir iltica talebinin ayrı ayrı incelenerek, mahkeme tarafından karara bağlanması ve mahkeme kararına dek o kişinin sınır dışı edilmemesini ön görüyor. Yabancıların toplu şekilde sınır dışı edilmeleri buna göre yasak. Elbette bunun bir de insani boyutu var. Avrupa’nın mültecilere yönelik isteksizliği, sadece “bazı Suriyelileri” bu kapsamda değerlendirerek diğer ülkelerden göç etmek zorunda kalmış olanları geri çevirmesi ürkütücü bir tablo sunuyor. Kıyaslamalar yapılıyor: AB, 500 milyonun üzerinde bir nüfusa sahip ve kişi başına düşen gayrisafi yurtiçi hasılası 27 bin USD civarında. 75 milyon nüfusa sahip Türkiye’nin gayrisafi yurtiçi hasılası ise 9 bin USD. 1 milyon mültecinin AB’ye başvurduğunu farz edersek, bu miktar AB nüfusunun yüzde 0,2’sinden azına tekabül ediyor. AB hükümetlerinin Ocak 2016’ya kadar bünyelerine aldıkları mülteci sayısı ise 800 kişi bile değil. AB nüfusunun yedide biri kadar bir nüfusa sahip olan Türkiye ise halihazırda resmi olarak 2.7 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapıyor.
Türkiye, daha insani bir anlaşma yapabilir miydi? Belki. Ama AB’nin mülteci isteksizliği göz önüne alındığında, varılan anlaşma bir nebze olsun AB’nin devreye girmesi açısından önemli. Sadece maddi açıdan olsa bile. Yapılan bu anlaşma ile Avrupa, mültecileri kendi parçası olarak kabul etmek istemediğini belgelemiş oldu. Sorunu kendisinden uzaklaştırıp hiç yokmuş gibi davranmak eskiden beri Avrupa reelpolitiğinin bir vazgeçilmezidir. Avrupa’nın asıl bilmesi gereken ise, dünyanın artık eski dünya olmayışı. Sorunlar sadece Müslüman dünyasını veya Ortadoğu’yu değil, bütün dünyayı ilgilendiriyor. Eğer “insan” yerine sınırlar ve ulus devletler korunmaya devam ederse, sorunların artarak devam etmesi içten bile değil.
Şu aşamada konuşulması gereken asıl olarak mülteci meselesini tümüyle üstüne almış olan Türkiye’nin yapması gerekenler. Türkiye’de mültecileri zor durumda bırakan bazı meseleler konusunda yapılacak düzenlemelerin acilen üzerine gidilmesini gerekiyor. 1951 Mülteci Anlaşması’na konulan şerh nedeniyle Türkiye’de bu insanlar “mülteci” değil “sığınmacı” olarak kabul ediliyorlar ve bu sebeple çalışma, vatandaşlık, üniversite eğitimi gibi haklar konusunda zorluk içindeler. Türkiye’nin gerçek anlamda “güvenli üçüncü ülke” sayılabilmesi için bu hakların verileceği bir düzenlemenin acilen yapılması gerekiyor. Türk hükümetinin son yıllarda özellikle Suriyeli mültecilere yönelik düzenlemeleri gelecek vaat etse de daha kapsamlı girişimler gerekiyor. Dünyanın her yanında bir “sorun” olarak algılanan mülteci meselesinin “olumlu bir kazanç” olduğunu dünyaya göstermek şu anda Türkiye’nin elinde. Toplumsal uyum politikalarıyla bu kardeşlerimizi kendi vatandaşlarımız haline getirdiğimizde, onların toplumsal ve kültürel zenginliklerinden yararlandığımızda, onların varlıklarını yük olarak değerlendirmekten tamamen vazgeçip getirecekleri insani faydaları görmeye başladığımızda asıl o zaman misafirlerimize yakışan bir ev sahipliği yapmış oluruz. Dünya reelpolitiğin peşinde olabilir; biz insanlığın peşinde olmalıyız. Günün sonunda kazanacak olanlar ise daima vicdan sahipleri olacaktır.
Adnan Oktar’ın Arab News’de yayınlanan makalesi: