Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine göre, bugün içinde bulunduğumuz sığınmacı krizi, 2. Dünya Savaşı sırasında yaşanan durumdan bile vahim. 2014 sonu rakamlarına göre yaklaşık 60 milyon insan savaşlar nedeniyle evlerini terk ederek sığınmacı konumuna düşmüş durumda. (http://file.setav.org/Files/Pdf/20151130112435_turkiye-almanya-ve-ab-ucgeninde-multeci-krizi-pdf.pdf)
Mülteci hareketleri büyük oranda, adeta bir yangın yerine dönen Ortadoğu ülkelerinden dünyaya yayılıyor. İç savaşlardan ve katliamlardan kaçmaya çalışan yüzbinlerce kadın, çocuk ve yaşlı insan, Avrupa kıtasına sığınabilmek için Akdeniz ve Ege Denizi’ni canları pahasına aşmaya çalışıyor. Bu illegal ve riskli yolculuklarda binlerce insan boğularak can veriyor, hemen her gün bebeklerin cansız bedenleri kıyıya vuruyor.
Vicdan sahibi herkesin sorması gereken bir soru var: Bu felakete şahit olan ülkeler ne yapmalı?
Ortadoğu’da yaşanan mülteci krizini sahiplenen, Türkiye, Lübnan ve Ürdün gibi komşu müslüman ülkeler üzerlerine düşeni yerine getirmeye çalışıyorlar. Özellikle Türkiye “açık kapı politikası” ile Türk-İslam misafirperverliğini göstererek en yüksek sayıda mülteciyi kendi topraklarına kabul etti, özel yerleşim merkezleri kurarak mültecilere kucak açtı. Aslında AB üyesi ülkeler de bu sayede devasa mülteci akınından çok az etkilendiler, ne var ki bu gerçek çok gündeme gelmedi. 2015 Haziranından itibaren deniz yoluyla Avrupa kıtasına ulaşmaya çalışanların sayısı artınca ve yolda hayatlarını kaybeden mültecilerin haberleri yaygınlaşınca Avrupa ülkelerinin bu insani soruna yaklaşımlarındaki eksiklikler de sorgulanmaya başlandı.
Avrupalı liderler toplantı üstüne toplantılar yaparak mülteci sorununun büyüklüğünü tespit etmeye, buna karşı uygulayacakları yöntemleri belirlemeye çalıştılar. Netice itibariyle, Avrupa Konseyi tarafından varılan sonuç, özetle, Schengen Bölgesi etrafına daha sağlam bir savunma duvarı çekmek, Türkiye gibi sınır ülkelere parasal yardım yaparak daha yüksek sayılarda mülteci barındırmalarını sağlamak ve sınırlarında özel güvenlik önlemleri almalarını teşvik ederek kaçak göçmenlerin Avrupa’ya ulaşmasını zorlaştırmak oldu.
(http://www.aljazeera.com/programmes/insidestory/2015/11/turkey-refugees-europe-151130173600278.html)
AB – Türkiye Ortak Eylem Planı adıyla kaleme alınan bu önlemlerin aslında güvenlik kaygısı ile hazırlandığı ve sorunu adresinde çözmek yerine, AB için hasar kontrol perspektifini öne çıkaran bir çizgide olduğu açıkça görülüyor. “Türkiye’nin Suriyeli göçmenleri Türkiye’de kalmaya ikna etmesi ve AB ülkelerine yasadışı yollardan girmek isteyenleri daha sıkı kontrollerle engellemesi” şeklinde özetlenebilecek taslak planda, tüm bunların karşılığında Reuters’ın haberine göre 3 milyar euro maddi yardım öneriliyor. Bunun yanısıra, Türkiye’nin AB üyeliği için yeni müzakere başlıklarının açılması, vize muafiyeti sürecinin hızlanması, Türkiye’nin üst düzeyli AB zirvelerine davet edilmesi ve ‘güvenli ülkeler’ listesine eklenmesi gibi konuların da pazarlık masasında yer aldığı da anlaşılıyor. (http://www.usak.org.tr/images_upload/files/Book%201e.pdf)
Türkiye üzerinden mültecilere yönelik planlar yapılırken kimi Avrupa ülkelerinde ise ilginç gelişmeler yaşanıyor. Bazı üye ülkeler Avrupa Komisyonu’nun önerdiği gibi göçmen kotalarını artırmak bir yana, Paris saldırılarından sonra güvenlik gerekçelerini öne sürerek mevcut kotalarını dahi azaltmaya çalışıyorlar.
(http://csis.org/publication/european-refugee-crisis-need-long-term-policies-and-lessons-nordic-region)
Aslında bu durum, insani boyutu bir yana, Avrupa Birliği’nin kuruluş ilkeleri arasında yer alan “serbest dolaşım hakkı”nın ihlali anlamına geliyor ki Dublin Anlaşmasının olumsuzluklarını da bu noktada gündeme getirmekte fayda var. AB üyesi ülkeler arasında mülteci konusunu düzenleyen Dublin Anlaşması “bir sığınmacı AB topraklarına hangi ülkeden giriş yaparsa o ülkede iltica başvurusu yapabilir” şartını getiriyor. Bu nedenle mülteciler AB karasularından ilk giriş yaptıkları, Akdeniz’e kıyısı olan İtalya, Yunanistan ve Malta gibi ülkelerde yoğunlaşıyorlar.
AB’nin dayanışmacı ruhuna ters olan Dublin Anlaşmasını öne sürerek başta Fransa, İngiltere ve Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok AB ülkesi, AB Komisyonu’nun “mültecilerin üye ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırılması” çağrılarına kulaklarını tıkayabiliyor.
(http://file.setav.org/Files/Pdf/20151130112435_turkiye-almanya-ve-ab-ucgeninde-multeci-krizi-pdf.pdf)
Öte yandan daha insani bir yaklaşım gösteren Almanya, Avusturya ve İsveç gibi bazı Avrupa ülkeleri ise birliğin genel teamüllerini göz ardı ederek yüksek sayılarda mülteciye kapılarını açtılar. Hatta Alman Şansölyesi Angela Merkel bazı ülke liderleri tarafından açık kapı politikası yüzünden eleştirilmesine rağmen, tutumlarının ahlaki bir gereklilik ve insani bir yükümlülük olduğunu belirtti.
(http://edition.cnn.com/2015/11/24/opinions/dempsey-europe-refugee-crisis/index.html)
Bunlar güzel örnekler ancak Avrupa Birliği ülkelerinin geneli sınırlarına daha yüksek dikenli teller çekerek, Ortadoğu’ya komşu ülkelere parasal yardımlar yaparak mültecilerin kendilerine ulaşmasını engellemek istiyor. Farklı düşünen az sayıdaki ülkenin daha insani yaklaşımı, önemli bir fark yaratmaya yeterli olmuyor. Ayrıca hemen hemen tüm birlik üyelerinin hemfikir oldukları bir yöntem daha var, o da askeri müdahale seçeneği.
Genel olarak Ortadoğu’da ve özellikle mülteci krizinin yoğunlaştığı Suriye ve Irak’ta başta İŞİD olmak üzere terörist olarak kabul edilen gruplara yönelik şiddetli hava saldırılarının yapılması gerektiği düşünülüyor. Ancak hava saldırıları, her ne kadar titizlikle yürütüldüğü iddia edilse de, mutlaka masum sivillerin hayatlarını kaybetmesine sebep oluyor. Yıllardır Irak, Suriye, Yemen gibi ülkelerde çeşitli koalisyon güçleri tarafından düzenlenen hava saldırılarında binlerce masum sivilin can verdiği tespit edilmiş durumda. Öte yandan bu yöntem, o ülkedeki iç karışıklıkları ve çatışmaları durdurmadığı gibi, Batı düşmanlığını ve radikalizmi de şiddetle körüklüyor.
(http://www.npr.org/sections/parallels/2015/10/01/444912621/u-s-backed-saudi-bombing-campaign-blamed-for-civilian-deaths-in-yemen)
Peki hava saldırıları yoluyla mülteci sorunu ortadan kaldırılabilir mi?
Tabi ki hayır.
Mülteci krizlerini engellemek ve büyük mağduriyet yaşayan bu insanları müreffeh bir hayata kavuşturmak, ancak sorunun kökenine doğru bir perspektiften yaklaşarak mümkün olabilir. Mevcut savaşları ve çatışma ortamını körüklemek, havadan bomba yağdırmak asla çözüm değildir.
Göçmen krizi için uygulanması gereken planın iki yönü olması gerekmektedir. Birinci aşama, kısa vadede tüm göçmenlerin insani ihtiyaçlarının karşılanması için konaklamaları, beslenmeleri, kayıt altına alınmaları ve göç ettikleri ülkeye uyum sağlamaları için çeşitli kolaylıkların gösterilmesidir. Bunun ardından bu insanların iş sahibi olarak çalışma hayatına entegrasyonu, gelir elde etmeleri ve sığındıkları ülkenin ekonomisine pozitif katkı sağlamaları hedeflenebilir. İkinci aşama, göç etmek zorunda bırakılan insanların kendi vatanlarında huzurlu ve müreffeh bir hayat sürebilmeleri için iç savaşların ve çatışmaların sonlandırılması aşamasıdır. Bunu gerçekleştirmenin yolu ise teknik tedbirler değil, insanların kalplerinden alınmış olan sevgiyi tekrar kalplere yerleştirmekten geçmektedir.