Geçtiğimiz hafta İstanbul’da gerçekleştirilen İslam İşbirliği Teşkilatı zirvesi konusunda çok şey yazıldı, çok yorum yapıldı. Burada söz konusu zirvenin görünümü ve sonuçları üzerinde yeni bir değerlendirmede bulunmayacağız. Buradaki yorumlar, bu zirvenin İslam dünyasına ve Türkiye’ye neleri hatırlattığı ile ilgili.
İslam, başlı başına büyük bir güçtür. İslam’ı temsil eden ülkeler, liderler, kurumlar ve kişiler bu muazzam gücün önemli birer parçasıdırlar. Fakat bu gücü çoğu zaman yeterince hissettiremezler; çünkü dağınıktırlar, parçalanmışlardır. Nitekim, İslam aleyhtarlarının en fazla kullandığı unsur İslam camiası içindeki bu dağılmışlıktır. Onlar, bir bütün halindeki Müslüman toplumuna etki edemeyeceklerini, İslam aleyhtarı propagandaların kifayetsiz kalacağını çok iyi bilmektedirler. Bu sebepledir ki, İslam ülkelerinin bir araya gelerek gerçekleştirdikleri işler, birlikteliklerini vurguladıkları icraatlar daima söz konusu kesimleri tedirgin etmiştir. İslam ordusu, ardından liderler düzeyinde gerçekleştirilen İslam Birliği toplantısı da bu etkiye sahip olaylardandır.
Zirve, pek çok konuda “birliktelik” vurgusunun dile getirilmesi açısından önemlidir. Bu konuda zirvenin başkanlığını devralan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözleri dikkat çekicidir:
“Bölücü̈ değil birleştirici olmalıyız. İhtilafları değil ittifakları, husumeti değil muhabbeti güçlendirmeliyiz. Yaşanan çatışmalardan, çekişmelerden, düşmanlıklardan zarar gören sadece Müslümanlardır, İslam ülkeleridir. Dostları çoğaltmak, düşmanları azaltmak zorundayız…”
Bu doğrudur; İslam ülkelerinin görüş ayrılıklarını bir kenara bırakarak muhabbeti güçlendirmeye ve kendi problemlerini kendi güç ve birliktelikleriyle çözmeye ihtiyaçları vardır. İşte bu noktada söz konusu ülkeleri o toplantıda bir arada toplayan yegane unsurun ne olduğunu hatırlamak gerekir: İslam. İslam ülkeleri, ortak değerleri olan “İslam” üzerine bir birliktelik meydana getirmedikleri sürece bahsettiğimiz büyük güce dönüşemezler. Ticari ortaklıklar, askeri anlaşmalar bir dereceye kadar iyidir ama istenen köklü ittifakın bir garantisi değildirler.
Ama İslam, köklü bir ittifakın garantisidir. O ülkeleri güçlü ve yenilmez hale getirir. Anlaşmazlıkları çözer, ülkeleri birlikte zenginleştirir, Müslüman toplumunu barışın temsilcileri haline getirir. İslam üzerine birleşmiş ve birbirini kardeş gören milletler, temeli çok kuvvetli olan bir bina haline gelirler. Kimsenin böyle etkili bir caydırıcı gücü sarsmaya veya yıkmaya gücü yetmez.
İslam camiasının bu toplantı ile ulus devletlerin ve milli sınırların önemi konusuna vurgu yapmaları önemlidir. Parçalanmayı meziyet olarak gören bazı Batı medeniyetleri ve kendi içimizde bizi bölümlere ayıran mezhepçiliğe karşı güçlü bir direnişi sembolize eden bu vurgu, İslam ülkelerinin hatırlamaları ve dile getirmeleri gereken en önemli konulardan biriydi. Artık bundan sonra İslam toplumları “tek çözümün bölünmek olmadığını” dünyaya göstermekle yükümlüdürler.
“Kadınların” hatırlanması böyle bir zirve için bir ilkti ve oldukça gerekliydi. Zirvenin olumlu sonuçlarından biri olarak her yıl İstanbul’da bir kadın konferansı oluşturulacak. Kadının yerinin doğru anlaşılabilmesi için ise yine tek ortak değerimiz olan “İslam”a ihtiyacımız var. Hurafelerden arınmış, yanlış geleneklerden sıyrılmış doğru İslam’a.
Gelelim Türkiye’ye.
Zirve, Türkiye’ye bir süredir uzak kaldığı önemli bir değeri hatırlattı: Uzlaşma ruhunu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İhtilafları değil ittifakları, husumeti değil muhabbeti güçlendirmeliyiz” sözleri bunun teminatı iken, zirvede sunulan tablo da bunun bir göstergesiydi. Suudi Arabistan kralının ağırlanması ile birlikte güçlendirilen Türkiye-Suudi Arabistan ilişkileri, yine Suudi Kralı Selman’ın arabuluculuğuyla sağlanan Türkiye-Mısır yakınlaşması, Mısır Dışişleri Bakanı’nın İstanbul’da ağırlanması, Irak ile ikili ilişkilerin güçlendirilmesi ve Şii-Sunni ayırımı yapmadan her İslam ülkesinin mutlaka bir müttefik olduğu vurgusu Türkiye’nin uzun zamandır ihtiyacı olan bir atılım ve açılımdı.
Türkiye’nin Ortadoğu’da gerginliğe çözüm olacak bir ittifak ve dostluk politikasının öncülüğünü güçlü şekilde yapması gerekiyor. Bunun için ise, öncelikle kendi sınırlarımızın ötesindeki olumsuzlukları politik yollar ve uzlaşma ile çözebilecek bir üslup içinde olmalıyız. O üslup, Türkiye’ye güçlü bir sağduyu getirecek, İslam ülkeleri arasında güvenin oturmasına vesile olacak ve kardeşlik vurgusu hatırlanacaktır. 21. yüzyıldan öğrendiğimiz önemli bir ders varsa, o da, sorunları kızgınlık, öfke veya şiddetle çözmenin mümkün olmadığı, ittifak ve kucaklaşmanın daima daha yapıcı ve doğru sonuçlar verdiğidir.
Türkiye’nin İslam ülkelerini ağırladığı zirvede dile getirdiği bu elzem konuyu artık kendi iç meselelerinde de harekete geçirmesi gerekiyor. Aynı milletin evlatları olarak önce içimizde birliktelik ruhunu inşa etmemiz, ardından bu örneği dünyaya örnek göstermemiz gerekiyor.
Bu, sadece Türkiye için değil Ortadoğu’nun bütün güzel İslam ülkeleri için önemli bir ihtiyaç. Kamplaşma ve kutuplaşmaların, didişmelerin ve sonu gelmeyen o ürkütücü nefretin tüm ülkelerde bir koz olarak kullanıldığı, bugünkü Suriye’yi meydana getirdiği artık biliniyor. Demek ki, biz asıl sorunu kendi içimizde çözersek, art niyetlilerin planları da başarısız kalacaktır. İslam ülkeleri olarak içimizde uzlaşı, aramızda uzlaşı ve ardından dünyada uzlaşı düsturunu esas almak zorundayız. Kendi içimizde ve aramızdaki sorunları muhabbetle halletmeli, sonra bunu dünyaya öğretecek bir bilgeliğe ve güce erişmeliyiz. Bu, her şeyden önce bizim dinimizin emrettiği şeydir. Bunu başarabilmenin temel yolu ise, bizi asıl olarak tek bir ortak ve sağlam temelin buluşturduğunu unutmamaktır. Bu sağlam temel, yüce dinimiz İslam’dır.
Adnan Oktar’ın Arab News & Harakah Daily Gazetesi’nde yayınlanan makalesi: