Lübnan’ı anlamak

0
195
Savaşlar, iç savaşlar, çatışmalar, harabeye dönen şehirler, siyasi krizler, toplumsal uzlaşmazlıklar, işgaller, saldırılar, katliamlar, bombardımanlar, suikastler, karışıklıklar, ayaklanmalar, terörizm… 
Tüm bunlar, 1943 yılında bağımsızlığını ilan eden Lübnan Cumhuriyeti’nin kısa tarihini özetliyor. Başka bir deyişle, Osmanlı İmparatorluğu’nun koruyucu ve şefkatli kanatları altında geçen 400 yıllık dönemin ardından, Lübnan topraklarında yaşanan zulümleri ve acıları anlatıyor.
Başkenti Beyrut’un “Ortadoğu’nun Paris’i” olarak adlandırıldığı çok kısa bir refah dönemi dışında, Lübnan denildiğinde akla ilk gelenler yukarıda sayılanlardır. Akdeniz ile Ortadoğu’nun kavşak noktasında, zengin bir tarihe, büyük medeniyetlerin mirasına, 300 km.lik gözalıcı bir kıyı şeridine, verimli topraklara, bereketli doğal kaynaklara, etnik zenginliğe, kültürel çeşitliliğe sahip bu küçük ülke böylesi kötü olaylarla neredeyse özdeşleşmişti.
Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflaması ile birlikte 19. yüzyılın sonlarına doğru Ortadoğu’da hakim olmaya başlayan milliyetçilik akımı, inançlar arasındaki bölünmüşlük ve parçalanmışlık, bölgede sevgi/kardeşlik/inanca dayalı olan barış ortamını derinden sarsmaya başladı. Emperyalist devletlerin gözünü Ortadoğu’nun yeraltı kaynaklarına dikmesiyle de tüm dengeler savaşlar yönünde değişmeye başladı. 
Lübnan’ın Kısa Ama Kanlı Yakın Tarihi
1975’de başlayan ve 1990 yılına kadar devam eden Lübnan İç Savaşı, Dünya tarihindeki en kanlı iç savaşlardan biridir. Lübnan topraklarındaki çok çeşitli dini gruplar, FKÖ, Suriye ve İsrail’in yer aldığı bu savaşta, 150 binden fazla insan hayatını kaybetmiş, 350 bin kişi yaralanmış veya sakatlanmış, 1 milyondan fazla insan ise doğup büyüdüğü, yaşadığı topraklardan ayrılmak zorunda kalmıştı. Lübnan’ın nüfusunun yaklaşık 4 milyon olduğu düşünülürse, bu kayıpların büyüklüğü daha iyi anlaşılır.
İç Savaş Beyrut için de tam bir yıkım oldu. Milyarlarca dolarlık maddi zarar ve hayalet şehir halini alan Beyrut ile Lübnan çöküşün eşiğine geldi. 
Lübnan İç Savaşı’nın en kanlı ve unutulmaz vakalarından biri de Sabra ve Şatilla Katliamı oldu. Batı Beyrut’ta bulunan Sabra ve Şatilla Filistin mülteci kamplarındaki binlerce masum Müslüman Eylül 1982’de şehit edildiler. Üstelik bunların büyük çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşuyordu.
1970’li yıllardan bu yana çok sayıda Lübnanlı Başkan, Başbakan, azınlık lideri ve kanaat önderi suikastler sonucu öldürüldü. Farklı kesimlerden farklı görüşlere sahip liderlerin öldürülmeleri yaşanan karışıklıkların, gerilimin ve terör olaylarının daha da tırmanmasına yol açtı.
Lübnan’da yerleşik olan FKÖ, Hizbullah gibi gruplar ile İsrail arasındaki gerilimler ise, İsrail’in Güney Lübnan’ı işgalleri, İsrail’in Lübnan topraklarına saldırı ve operasyonları ile sonuçlandı.
İşte vicdanlarda çok derin yaralar bırakan bu olaylar neticesinde günümüz Lübnan’ı şekillendi. Ancak ne var ki yaşananlardan gereken dersler alınmadı. Gerek Lübnan’daki grupların kendi aralarında devam eden gerginlikler, kin ve öfke gerekse Lübnan ile İsrail arasındaki köklü sorunlar geçmişte yaşananların benzerlerinin bugün de yaşanabileceğini gösteriyor. Kötü niyetli kişiler tarafından planlanabilecek bir provokasyon yeni kanlı ve yıkıcı olayların fitilini her an ateşleyebilir.
Sorunların Nedenleri
Lübnan’da yaşanan sorunların kökenine baktığımızda başlıca iki ana neden görürüz: Birincisi, Lübnan’ın kendi yapısından kaynaklanan toplumsal çatışma ve uzlaşmazlıklar. Diğeri ise Lübnan’ın İsrail ve Suriye ile ilişkilerinden kaynaklananlar.
Genel bir bakışla, Lübnan toplumunda farklı dini inançlara ve kültürlere sahip mozaik bir yapı vardır. İlginçtir ki Lübnan’da 1932’den sonra nüfus sayımı yapılmamıştır. Lübnan İç Savaşının beraberinde getirdiği göçler ve demografik değişiklikler nedeniyle Müslümanların sayısı artmıştır. Filistinli mülteciler ve son dönemlerde Esad rejiminin zulmünden kaçan Suriyeli mülteciler sürekli olarak dünya gündemindedir. Müslümanlar her ne kadar % 60’lara yaklaşan bir orana sahipse de Sünniler ve Şiiler olarak ikiye ayrılmışlardır. Şiiler İran’a gönülden bağlıdır, İran’dan destek ve yardım almaktadır. Sünniler ise genel olarak Arap ülkeleri ile birlikte hareket etmektedir. Toplumun üçüncü temel ayağı ise, yaklaşık % 30’u oluşturan Hıristiyanlardır ve yüzyıllardır Batı dünyası ile yakın ilişki içindedir. Hıristiyanlar da kendi içlerinde çeşitli mezheplere ayrılmıştır. Dürziler başta olmak üzere Ermeniler, Kıptiler gibi çeşitli azınlıklar da Lübnan toplumunun parçalarıdır.
Lübnan’ı oluşturan halklara biraz daha yakından baktığımızda karşılaştığımız bir diğer ilginç durum ise halkın % 90’nından fazlasının Arap kökenli olmasıdır, her ne kadar bazıları kendilerini Arap olarak kabul etmese de.
Şu bir gerçektir ki Osmanlı’nın ardından, Lübnan toplumu hiçbir zaman kaynaşmış bir kitle, birlik içinde hareket eden bir ülke olamamıştır. Durum böyle olunca da Lübnan, dış güçlerin ve çıkar odaklarının elinde adeta oyuncak olmuştur. Bunun bedelini tüm Lübnan halkı ödemiştir ve ödemeye de devam etmektedir.
Lübnan-Suriye ve Lübnan-İsrail ilişkileri
Lübnan’ın iki komşusundan biri olan Suriye, kuruluşundan itibaren Lübnan’ı arka bahçesi olarak görmüştür. Suriye’yi yöneten zalim BAAS rejimi her fırsatta Lübnan’ın içişlerine müdahale etmiş, Lübnan’ı kontrolü altına almak adına sinsi faaliyetler yürütmüş, açık veya gizli kanlı eylemler organize etmiştir.
Yakın Lübnan tarihinde en çok rol alan ülke ise güney komşusu İsrail olmuştur. Teknik olarak, 1948’den bu yana Lübnan, İsrail ile savaş halindedir. Aralarında resmi hiçbir ilişki yoktur, nefret o boyutlardadir ki Lübnan haritalarında İsrail yer almaz. Bir tarafta Hz İsmail’in, diğer tarafta Hz Yakup’un evlatları asırlar sonra birbirleriyle toprak için savaşmaktadır. Oysa Ortadoğu herkese yetecek geniş topraklara sahipken Hz İbrahim’in torunları kendi aralarında büyük çekişmelere girmiştir. Oysa Lübnan, İsrail ve Suriye’yi kapsayan barış, huzur, birlik, dostluk ve kardeşlik ortamının tüm Ortadoğu için büyük bir kazanç olacağı açıktır. Bunun için yapılması gereken ise, aynı Allah’a, aynı peygamberlere inanan, ortak ahlaki değerlere, benzer kültürlere, benzer zevklere sahip üç hak din mensuplarının sevgi, saygı, hoşgörü, anlayış, uyum ve iş birliği prensipleri etrafında buluşmalarıdır. Geçmişten kaynaklanan acıların, nefret, kin ve kan davasının bir kenara bırakılıp bu sevgi ortamının inşa edilmesi mümkündür. Bu dostluk ortamı sağlandığında ise en ileri demokrasi, sınırsız özgürlük, düşünce/inanç hürriyeti, sanat, estetik, bilim, sevgi, anlayış ve hoşgörü hakim olacak, Batı’yla Doğu arasında yüzyıllardır özlenen bağlar da kurulacaktır. 
Adnan Oktar’ın Al-Hadath’da yayınlanan makalesi:

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here